Saturday, March 3, 2012

LONDON

İstanbul’da doğup büyüdüm, birkaç ülke gezdim, son 3 senedir Basel’de yaşıyorum. Lakin blogumun ilk yazısı Londra’ya ait olacak. Oynak ruhunu daha cok tonladigi icin London diycem kendisine.
Gitmeden önce The Queen, The Other Boleyn Girl, The King’s Speech filmlerini seyredip İngiltere tarihi hakkında iyice heyecanlandım. Kraliyet ailesini Tudorundan Victoriasına şöyle bi taradım. İmparatorluğun geçirdiği kritik dönemeçlerin arkasında yine erkek-kadın meselesi var. 8.Henry aşık olduğu kadınla evlenebilmek için koca imparatorluğu Katolik kilisesinden ayırıyor ve kızıl saçlı 1.Elisabeth bu aşkdan doğuyor.Shakespeare 1. Elisabeth zamanında kendi tiyatrosu ‘The Globe’ ile sahnelere çıkıyor. Bizim Sülüman-Hürrem aşkı da aynı zamanlarda hemen hemen! Ne zamanlarmış ama…Gelelim bizim 5 günlük London zamanına.

 Basel’den bindik, 1.5 saat sonra Gatwick’deydik. Karsımıza cıkan gorevli kadına sordugum sorunun cevabıni dinlerken kendimi birden İngilizce ders kitaplarındaki Mrs. Sebnem gibi hissettim .O ne guzel ingilizce konusuyo, kitap gibi. Thank you deyişim anında değişti.
Victoria istasyonundan yeryüzüne çıkınca dört tarafımızı saran kırmızı 2 katlı London otobusleri bu kadar mı mutluluk verici olabilir! Daha sonra dilimizden düşmeyip şarkı yapacağımız  ‘52 to willesden bus garage’ ile  otelimize geldik ve giremedik.
Fırat’ın ve Efe’nin sabırsız, ilk gördüğümüz yere girelim hallerini yumuşak yumuşak  geçiştirerek, içime sinen bir cafede oturuyoruz. Cafe Concerto  Efe’nin en favori mekanı oldu. Tabii ki ‘English Breakfast’. Çayın yanında direkt gelen süt Efe’nin işine yarıyor. Garsonlar güleryüzle üstüme yürüdükçe ve almanca değil de İngilizce konuştukça bi tuhaf oluyorum, ne güzel şeysin sen İngilizce diyorum. Defne için  London Eye ve Big Ben önünde turist fotolarımızı çekip odaya atıyoruz kendimizi.


İlk akşam Fulya bizi Hollborn’da ‘Ship Tavern’ adlı bir puba gotürüyor. Herkes içerde dışarıda vıcır vıcır konuşuyo, gürültülü, kahkahalı, mutlu bir yer. İnsanı havaya sokuyo bu London pubları. 3 ales and  fish&chips maid please! Yan masada büyük bir grup konuşurken, bardak düştü kırıldı, hep birden bastılar kahkahayı. Efe saşırdı tabii, dedim bak bardak kırılınca bile gülüyolar panik yok. Rahat adamlar vesselam, sevdim ben bu İngilizleri. Düşünülenin aksine hiç de kibirli soguk değiller. Tam tersine gayet espirili, kibar, gentilmen ve flörtözler. Can you take a picture, where is covent garden gibi basit sorulardan espiri üreten, muhabbet çıkartan tipler. Hayat onlara güzel!Kaç bin tane pub var acaba London’da ve hepsi dolu!
Hollborn’dan Covent Garden’a yürüdük, kalabalığı seyrederek. Hiç de hafta içi Salı akşamı gibi değil, nasıl uyuyacak uyanacak bunca insan. London çok kalabalık ama hiç rahatsız edici değil. Pozitif, enerjik, mutlu bir kalabalık. Belki de Subat ayında güneş gördükleri için bana denk geldi! Metroda, yürüyen merdivenlerle ucunu görmedigimiz basamakları çıkarken durup bakıyorum insan cümbüşüne. London fokur fokur kaynayan ve taşmayan kazan!
Sabahın 5inde uyanmış bir aile olarak dönme vakti çoktan geldi. Whittard’dan earl grey çaylarımızı da ilk günden aldık, çantaya attık. Önce otel odamız şimdi de evde mutfagımız mis gibi çay kokuyor dolabı açtıkça.
2.gün  Notting Hill’de Electric’de kahvaltı. Ortam hoş, garsonlar harika, tam ideal seviyede bir alaka.Herkes İngilizce konuşuyor, hala şaşırıp seviniyorum. Şöyle bir yürüdük Hugh Grant için. Hava sogukça, bugun en iyisi müze yapmak. Girişinde Darwin’in heykeliyle karşılandığımız Natural History Museumda dinazorlardan çok balinalar ilgimizi çekiyor Efe’yle. Dünyanın en büyük hayvanı olan mavi balina kaç metreymiş, kaç tane kalmış, ne yerlermiş, kimler hala mavi balinaları avlıyormuş öğrendik.Müzenin içinde 200 tane bilim adamının çalıştığı ayrı bir üs var Cocoon diye.Camın arkasından, çalışan bilim adamlarını görüyorsun ve bir düğmeye basıp onlarla konuşup soru sorabiliyorsun. Efe ilk kez gerçek bir bilim adamıyla konuştu.Wav!



Müzeler de ne büyükmüş. Her yer okulla gelmiş, grup grup üniformalı bıdık kaynıyo. Müze sessizliği yok! Fırat iş için aramızdan ayrılınca Victoria& Albert müzesine bakalım dedik nasılsa bedava! Rodin heykellerine bakıp kara kalem çalışan genç-yaşlı ne çok ressam var etrafta! Efe’nin çok hoşuna gitti, müfettiş gibi yanaşıp hatta dibine girip baktı insanlar nasıl çiziyor diye, uzun uzun seyretti.
Ben 2. günden itibaren -otobüsler de tatlı, özellikle eski tipte olanları ama- taksilere aşık oluyorum. Neye benzetsem tatlılıklarını tüm tatil boyunca bulamadım. Öyle gidişleri, sıra sıra bekleyişleri, köşeden dönüverişleri. Hele siyah eski olanları çok tatlı çok. Siyah kara gözlü bir dana sevimliliğinde. Eskisine bincem diye tutturunca -ve tabii ki beklediğin zaman gelmez- yeni ama yine de tatli bir taksiye biniyoruz ilkin. Ama son gün bizi ve bavullarımızı London’ın en eski ve en siyah taksisi götürüyor istasyona, tam dönüşümüze layık! İçi minik bir kutu, karşılıklı oturabiliyosun, şoförle aranda cam bir pencere var. Taksiye binince tepede yanan ışığı sönüyo, doldum ben diyo. O zaman şöyle bir sıralama yapıyorum: taksi, otobüs, posta kutusu, telefon kulübesi: vier könige in London J
 
könig 1: london taxi
 
könig 2: london bus



könig 3: london mailbox

könig 4: london telephone box
  Efe’nin en çok beklediği ana geldik. 6 katlı oyuncak mağazası Hamleys. Oyuncak elbette çok ama herhalde farklı yapan şey, içindeki şovlar, kukla tiyatrosu, sihirbazlık gösterisi, animatörler vs. Baba oğul takılıp bir araba ile çıktılar. Ben de Regent ve Oxford Streetde yürüdüm, Carnaby gibi ara yaya sokaklara daldım. Fulya’yla buluşunca Piccadilly meydanına gidip  hediyelik  ve ertesi akşam için  Chicago müzikaline bilet aldık. İnsanlar, sesler, trafik, renkler sanki normal bir gün değilmiş, bir şey oluyormuş  ya da olacakmış gibi hissettiriyor ama değil. Gayet sıradan hafta içi bir gün. Canlı kanlı bir gün!
Test edilip onaylanmış Thai restoranı Busaba’nın kollarına atıyoruz kendimizi. Giriş spa spa kokuyor. Yemekler acaip güzel görünüyor. Garson  siparişi  thai harflariyle yazınca defterine, saygılar duyuyorum böyle yerlere.Efe ustune su dökünce 1 saat önce aldığım Londra tişörtünü giyip çok yakışıklı pozlar veriyor.Ben Fulya’yla saki tokusturuyorum, bey bira! Bu arada ‘tap water’ yani kraliçenin suyu gani gani içilebiliyor restoranlarda ve kimse de ikinci kez söyletmiyor, hemen getiriyo tenk  yu!
3. gün ve sonrasında hava hep güzel! Soyundukça soyunuyoruz. İçlikler, şemsiyeler, kalın hırkalar odada, biz dışarıda! Tenk yu. Yalnız yön meselesi çok ezber bozan bir durum. Sağa bak sola bak nereye bak tersin dönüyor. Ve trafik ışıklarını yayalar hiç takmıyor. Arabalar sağdan geleceğine soldan , soldan geleceğine sağdan gelince de ohohoy dikkat aman ne dikkat!
Önce Buckingham Palace’da asker nöbet değişimi. Efe’nin hoşuna gider diye istedik ama bi tören bu kadar mı uzun ve hareketsiz ve tıkışık olur. Zaten sıcak, güzelim sabahımızı heba ettik Kraliçe Elebeza’ya (Efe’nin deyişiyle). En çok Efe sıkıldı ve bitirmeden de terk ettik sarayı.  Zaten üniformaları da kırmızı değil griydi. Hem acıktık hem yorulduk. O kadar çok yeme içme opsiyonu var ki her türlüsü var. Eat veya Pret a Manger gibi saglıklı fast food da var. Minik sandviçler, meyveli yogurtlar, sıcak dürüm, çorba, guzel ve ucuzca karnını doyuruyosun. Biz kendimizi Trafalgar’da bir pubın koyu renklerine, dingin havasına ve rahat koltuklarına bıraktık. Zararlı birsürü şey ile beraber biraları hüplettik. Yani aleleri! Aldığımız enerjiyle Tower Bridge’e kadar gittik, tabii metroyla. Londra’nın Big Ben’li panoramasında Tower Bridge yok. Thames kıvrılınca biraz ayrık kalmış yazık ki. Halbuki çok endamlı, mavi maviş, göz dolduran bir köprü.Boydan boya geçiyoruz köprüden. Benim yumurta dediğim ünlü Gherkin de buradan güzel görünüyor. Kıyısında çimenler hala ıslak ama sıcacık taşın üstüne uzanmak ve köprüyü seyretmek çok keyifliydi.Fırat uyudu, Efe tabii ki durmadı, dans etti, rahatsız etti, ama çok tatlıydı ben de bol bol köprü manzaralı fotolarını çektim. Tower Bridge, kulelerine çıkamadım bağışla beni. Gunesi London Eye icinden London'i tepeden seyrederek batiriyoruz.Guzel zamanlama!
Ve Efe’nin 2. en beklediği an: Fulya’yla yalnız kalmak. Chicago müzikali için Fırat’la müzikalin olduğu yer, Leicester Square’deyiz.  Her yer yine dolu yine. Üstüne bir de tiyatro, müzikal, sinema kalabalığı ekle! Olimpiyat dolayısıyla inşaat halinde ama yine de beğendim bu meydanı.Tam ortada bir heykel var (sonradan Shakespeare oldugunu okuyorum), ağaçlarla gölgeli, etrafındaki çemberde sinemalar, klüp, restoran yok yok, başın dönüyo! Burada galalar, ödül törenleri vs. olurmuş. Celebrity başka yerde çıktı ama karşımıza.
Chicago müzikalini çok beğendik. Fulya ve Efe evde parti yaparken, biz kızlar, danslar, kıyafetler, canlı müzik 2 saat oturup seyrettik alemi. Bey arada bana şampanya alıp başta yaptığı şaşkınlığı unutturmak istedi J. Aaaa unuttum bak neydi, durbunu kullanmadan kaptirmisti galiba ;)
4. gün, büyük gün! Rammstein var akşamında. Ne yapalım Fulya ne kaldı! South Kensington ve Chelsea en lüks mahallelermiş. Güzel bir yerde hep beraber bol yumurtalı kahvaltı yaptık. Efe Fulya’ya bayıldı, bırakmak istemiyor. Bugün London’ın Mahmutpaşası diyebileceğim Camden Town’a gidicez. Bir sürü tişört, takıcı, cdci, değişik kıyafet satan mağazalar yan yana üst üste. Dükkanların kendisi zaten punk, ya bi ejderha bakıyo tepesinden, ya da bi ucak gecmiş içinden… Nehrin kenarında Fırat’ın rüyası gerçekleşiyor. Her yer sokakta yemek pişiren hint çin thai kaynıyor. Herkesin elinde bi plastik tabak  yiyolar. E tabii biz de.
Rammstein: Çok heyecanlıyız içeri girebilme konusunda ama Efe’ye çaktirmiyoruz. Efe Camden Town’dan aldıgı satanist tişörtüyle çok mutlu. O2 arena kocaman bir yer, yeme içme gani gani ama kulak tıkacı satan yer yok. Biz de aldık ama odada unuttuk uyuyunca. İçeri sorunsuz giriyoruz, biletçi sadece içerde çok yüksek ses olacak diyor Efeyi gösterip. Biliyoz yawrum! Kendime hemen bir Rammstein tişörtü hediye edip havaya giriyorum. Yer gösteren adam Efe için kendi kulak tıkacını verince İngilizleri bir kez daha seviyorum. Konser başlıyor. Nerden çıkacaklar diye bakınırken, tam altımızdan (biz balkonun en ön sırasında tepeden bakıyoruz) çıkıyorlar 6 adam bayraklarla. İnsan gibi değiller, çok etkileyici. Efe kitlenmiş vaziyette seyrediyor ben bi yandan ses için endişelenip kulak tıkacını kontrol ediyorum. Yerimiz süper, konser süper, tenk yu Fırat.
Cumartesi: Fulya bütün gün bizle heyooo. Borough markette gözümüz döndü. Sadece cumartesileri açıkmış bu market, mutlaka aç gidilmeli! Heeer türlü yeme içme marketi. Her türlü yiyecek hem satılıyo, hem gözünün önünde pişiriliyo yeniliyo. Paella, raklet, çorba, baklava ne ararsan var.  Efe ‘canım hamur istiyo’ deyince hemen bir italyanın önünde duruyoruz. Gnocciyi anında indiriyo midesine. Biz maalesef geç ve sıkı bir kahvaltı yaptığımız için aç değiliz. (hatta yanımıza paket aldıklarımızla da evsizleri doyurduk) Fulya bizi çok butik bir kahveye götürüyor.Monmouth! Bu kahve pişirme yöntemini ilk kez görüyorum. Bana böyle farklı mekan olsun, atmosfer olsun, konsept olsun. Hangi ülkenin kahvesini istiyosan seçiyosun, sana yapıyolar. Ben brasil içtim mis gibi.Yakınında meshur London Bridge var. Eminim çoğu Londonlı bilmiyodur hikayesini şarkısını bilmedikleri gibi. Şööle ki eskiden burada şimdiki gri metal düz köprünün tersine güzel bir köprü yasarmış. Ancak üstündeki araç trafiği artınca taşıyamaz hale gelmeye ve düşmeye başlamış. ( London bridge is falling down) Lakin o zamanın mayoru bu güzel köprüye kıyamamış, onu satmak istemis, yıkmak veya taslarıyla baska bi sey yapmak değil. Amacı köprüyü korumakmış. Köprüye talip Amerikalı bir yatırımcıdan gelmiş. Orcinal London Bridge şu anda Arizona’da turist akınına ugruyormuş.


London Bridge’e selam edip Thames boyunca yürüyoruz.Yolumuz üstünde Shakespeare’in The Globe’una selam ediyoruz. Nitekim artık sadece selam edecek kadar vaktimiz kaldı. Orijinal haliyle inşa edilen salonda oyun izlemek çok güzel olmalı diye düsündüm. Tam üşümeye başlamıştık ki Tate Modern’in bacası karşımıza çıktı. Tate Modern’de ne Dali’nin  istakozlu telefonunu ne de Rodin’in ‘Kiss’ heykelini gördük. Lakin en son katın muhteşem London manzaralı barında,  karşında St. Paul, aşağıda rengarenk kanoların geçtiği Thames;  bira ve cintonik icip güneşi batırmak sanatçı ruhumuzu fazlasıyla sevindirdi. Tam aşağıda Millenium köprüsü benim üstümden geçmeden ayrılma London’dan diyordu Efe’ye.  Güneş batmış, hava hafiften kararmıştı. Millenium köprüsünden yürüyerek karşıya geçerken önümde St. Paul kubbesi bembeyaz, arkamda Tate Modern uzun bacasıyla koyu, sağımda Tower Bridge ışıl ışıl, solumda ay parlak uğurladılar bizi. Böyle de güzel gönderilmez ki tenk yu London!


12 comments:

  1. Blgunuzun ve sizin hastaNiz oldum yawwwwlumm hep yaz yaz

    ReplyDelete
    Replies
    1. cok tesekkur ederim de kimsin sen:) yoksa dunyanin en tatli incisi mi?

      Delete
  2. aaa valla masal gibi anlatmissin, yarin bi cikip gezeyim istedim yeniden :-) ayrica London Bridge in hikayesini yazdigin da iyi oldu, yoksa o siradan gri koprunun nasil adina sarkilar yazilacak bi yer olabildigi hep kafami karistiracakti. :-)

    ReplyDelete
    Replies
    1. harikalar diyarindaydim fulyacim, bekle beni her an gelebilirim geri:)

      Delete
  3. walla edim sen london'a aşık olmuşsun, efe de fulya'ya:)))
    oh iyi ki yazdın şööle uzun uzun, ellerine sağlık, gözümün önünde canlandı tüm yaptıklarınız, bol foto koyman da pek güsel olmuş...
    london bridge hikayesini de bilmiyordum, sayende öğrendim!
    efe'nin elebeza tanımına çok güldüm:) tören uyuzmuş ama, defne çok hevesli de, onu da sarmaz bööle sönük geçiyorsa?
    fulya'yı ve london'u da çok öslemişim. bizim london'lu, güsel gezdirmiş sizi de anladığım kadarıyla, busaba, monmouth, electric, publar, müzeler vs yazınca sen, fulya'yla london günlerimize dönüverdim. hava da güselmiş şansınıza, fotolar güneşli genelde?
    geleceğiz biz de fulyacım. hatta edim, hepbirlikte gitsek ya? ne hoş olur:)
    hadi bakalım tekrar hayırlı olsun edim blogun, basel'de rehavete kapılma sakın, takipçinim, hatta blogunu blog roll'uma koyacağım ona göre...;)
    dediğin gibi, söz uçar yazı kalır, bak london'a giderken sana neresiydi orası, şu muydu bu muydu diye sormayacağım artık...;)
    bu arada kendine the queen olarak nick name alman da gözümden kaçmadı elebezam:)
    öptüm.

    ReplyDelete
    Replies
    1. Elebeza benim yanimda ' servant' kalir yawlum.

      Delete
  4. "takipçinim, hatta blogunu blog roll'uma koyacağım ona göre...;)"
    payesi simdiye kadar charles dickens, amin maalouf, paul auster, orhan pamuk ve firat kabadayi'ya teklif edilmistir.
    edebiyat dünyasinda "emirdag kriter"lerinin yerine getirilmesi olarak da bilinir.
    gerceklesirse genis bir okuyucu kitlesinin genc ve ümit vaadeden yazari kucaklamasi isten bile degildir.

    sanslisin "the queen"!.
    hem de cok sansli
    ;)

    ReplyDelete
    Replies
    1. Firadim eklemek istedigin bisey var mi london gezisine, senin ilk dordun ne mesela?

      Delete
  5. Şebnem'cim hayırlı olsun bloğun. Ne güzel bir Londra yazısı olmuş. Canım Londraya gidip cintonik içmek istedi. Tabi bir de "pub crawling".
    Haydi devam. Bu arada ben de beklerim bloğuma efenim:-)

    ReplyDelete
    Replies
    1. Firat senin icin icti zaten o cintoniki, bara da soyledi, mithat gelicek en iyi cinden hazirlayin hesabima diye, bekliyolar yani seni. Blogunu ayrica kutlarim, ziyaret ettim bile:)

      Delete
  6. edebiyat dünyası, emirdağ kriterleri,charles dickens ancak bizim dünyamızda biraraya gelebilir, bravo fıradım! hakkını veriyorsun roll köşenin;)
    elebezam walla ilk yazında yorum rekoru kırmışsın, yeni yazını heyecanla bekliyorum:)
    bu arada ben de yazsam iyi olacak...
    son olarak, fıradım, kahvaltılar cintonikler...yaz hesabıma durumları pek hoş, gitmeyis yapmayıs sanıyosan yanılıyosun, geçen cuma gidemedim ama bu cuma niyetliyim emirgan'a gitmeye...

    ReplyDelete
  7. bu kadar mı güzel anlatılır London :) gezdiğim bütün yerler gözümün önünden geçti bir bir....Teşekkürler!!!!!

    ReplyDelete