Monday, August 31, 2015

SPETSES

Yaz tatilimin son haftasını uzun zamandır gitmek istediğim 2 adada geçireceğim için çok mutluyum. Benim için Yunan adalarının her biri minik değerli bir mücevher gibi, hatta minikleştikçe değerlenen.

İstanbul-Atina’nın 1 saat olduğunu öğrenince baya şaşırıyorum. İstanbul-Samsun bile 1.5 saat.
Atina’da Pire limanında 1 gece konaklıyoruz. Pire zaten tam bir gece konaklamalık, limanında şöyle bir yürüyüş yapmalık bir yer. Ertesi sabah uyanıp 1.5 saat sonra Spetses’de olucaz. Liman çok büyük ama bir o kadar da düzenli. Feribotu bulup güzelce yerleşiyoruz. Biz ilk durağın bizim ada olan Spetses olacağını varsayarak yapılan anonsa da aldırış etmeyerek feribot limana yanaşınca bavulları alıp hop indik. O arada bize burası neresi diye soran bi başka turist aileye de gayet rahat Spetses yanlış bilgisini de verdik. Elimizde bavullar bizi karşılaması gereken, üstünde Kabadayi yazılı kağıt tutan Yunan teyzeyi ararken gözlerimiz, o diğer turist aile aceleyle gemiden inip Hydra burası diye bizi telaşla uyarınca, ne olduğunu idrak edemeden gerisin geri atıyoruz kendimizi feribota. İşte böyle başlıyor maceramız…

Terasımızdan Spetses manzarası
Spetses’deki otelimizi çok sevdik. 2. Kattaki odamızın geniş terası beyaz evler ardından deniz manzarasıyla akşamüstü dinlenmeleri için mükemmeldi. Merkezde ama yine de sakin bir sokakta. 4 gece konakladığımız otelde gerçekten kendimizi evimizde hissettik. Ben sabahları Efe ve Fırat uyurken, kalkıp yürüyerek merkezdeki sahile iniyordum. Tek tük dükkanlar açılırken, balık tezgahlarında ilk müşterilere en taze balıklar satılırken, marketlere yeni domatesler karpuzlar gelirken ben Yunan teyzelerle denize giren turisttim. Merkezdeki deniz çok parlak olmasa da orda yaşayan insanlarla bir süreliğine de olsa aynı ritueli yaşamak, onları izlemek, ne konuştuklarını anlamadan dinlemek  güzeldi. Denize kurdukları raylı bir sistem sayesinde tekerlekli sandalyeyle bile gelip denize girebiliyordu insanlar. Bu kadar deniz işlemişti hayatlarına ruhlarına.  Çıkışta ben de markete uğrayıp dayanamayıp mis kokulu domateslerden , pastaneye uğrayıp çıtır çıtır ıspanaklı ve Efe’ye sosisli böreklerden alıyordum. Halbuki otelin kahvaltısı da süperdi. Her sabah değişik bişey pişirip getiriyodu Maria teyze. Benim domatesleri görünce ben sana yaparım domates sen alma dedi. Giderken de bana kekik hediye etti sonra aynı tatlı teyze.
 
Nerde kayık görsem gidip sarılasım geliyor deli miyim?
Spetses’de araba yok. Zaten o yüzden gittik. Sadece motor ya da atv kiralayabiliyorsun ama onlar da 2 kişilik. Ya da bizim yaptığımız gibi sahillere giden botları ya da otobüsü kullanıyosun. Botların geri dönüş saati çok erken. 4.30’da denizden mi dönülür yaw diyip sadece ilk günün panlığıyla bota bindik. Bir de water taxi var, istediğin zaman gidip gelen ama mesafe uzak olunca  pahalı oluyor. Biz otobüs kullandık, dönüş saatleri biraz daha mantıklı, 6.30. Bana kalsa akşam olmadan dönmem ama mecburen hergün odaya dönüp, duş alıp, terasımızda keyif yapıp, şımşıkır giyinip yemeğe indik. Fena da olmuyormuş. Bu ritueli çok seven Mithat’ın kulaklarını çınlatmayı unutmadık. 
Saçlar jöleli, parfümler sürüleli, akşama geçilmeli
Spetses’i özel yapan diğer bir şey de at arabaları. Hepsi tertemiz, tekerlekleri kocaman ve mavi beyaz ya da kırmızı boyalı, nasıl oluyosa hiç koku yok. Adanın belli başlı yerlerine at arabasıyla gidebiliyosun. Mesela biz otobüsle gittiğimiz yakınca bi plajdan geç vakit at arabasıyla döndük. Çok güzel, çok romantik ve eğlenceli.  Akşamları at arabasının kenarına fenerler takmışlar ve mum yanıyo içlerinde. Ben bayıldım tabii buna. Keşke bizim İstanbul’daki Prens adalarımızda da böyle tertemiz at arabaları olsa diye düşünmeden edemedim. Spetses limanından  sağa ve sola doğru denize paralel upuzuuun bir yürüyüş yolu var taverneların da olduğu. Bu yolda da at arabaları gidiyor ve onların nallarının  çıkardığı farklı ritimler eşliğinde yürümek de çok güzel.
Kalispera, gidelim geri limana
 
Spetses limanında gezinti
Bir akşam yemeğimizi bitirmiş geri yürürken, adanın elektrikleri kesildi. Birden her yer karanlık oldu, sesler azaldı. At arabaları mumlarını yaktı. Düşünün uzağa doğru bakınca karanlıklar içinden mum ışığıyla, nal sesleriyle ve siyah siluetiyle yaklaşan at arabaları ve yine insanlar sadece siyah birer karartı…birden başka bi zamana ışınlanmış gibi olduk. Büyülü bir zamandı ışıklar gelene kadar:)
 
Limandan sağa doğru yürüyünce yaklaşık yarım saat sonra eski limana varıyorsun. Sorsan 10-15 dakika derler ama değil. Orada 2 akşam 2 güzel restoranda yedik. Tarsanas reservasyonsuz gittiğimiz halde ufak balkonunda bize yer açtı. Didem’in tavsiyesiyle gittiğimiz CarlOff’a reservasyon yaptırdık ve antin kuntin Yunan mutfağının da lezzetli olabileceğini gördük.
Carloff tek f mi çift f mi iddiasını ben kazandım :)
 Limandan  sola doğru yürüdüğünde de yine uzun bir yol var deniz kenarında. Adanın en eski tavernalarından birine niyet ettik ama olmadı, biz de sahile masa atan şirin bi tavernada yedik çakıllara basa basa. Bu arada Çipura ve Çipras ikilisi baya bi espiri malzemesi yapılıyor. Beni üzen bi konu ise sardalya olmaması. Yerini de hiçbişey tutmuyor ki ... Barbun ve kalamarda teselli bulduk. Bir de reçina şarabı yok. Uzo, bira ve beyaz şarap gırla.
Spetses’in denizi beni çok etkilemedi. Çok daha güzel, berrak, mavi denizlere girdim diğer adalarda. Belki bakir koylara ulaşamadığımız içindir.Sonuçta biz yüreğimizin değil  otobüsün gittiği yere kadar gittik :) Eminim çok daha güzel plajları vardır.
Ada yeşil, zeytin ağaçları, çam ağaçları mis gibi. Zaten ilk adı  ‘pine tree island’  imiş. Spetses ise aroma demekmiş. Island of Aromas…
Şimdi  size kısa kısa bilgiler verip daha sonra sizi  Hydra adasına davet ediyorum.
Kaldığımız otel: https://www.niriides-spetses.gr/. Giderseniz büyük teraslı odayı tutun derim.
Gittiğimiz plajlar:
Agios Mamas: Benim sabah otelden yürüyerek gittiğim plaj. Kahvaltı öncesi yüzmk için güzel.
Zogeria'da zeytin ağacının gölgesinde mutlu bir Fırat


Zogeria: Botla ulaşılan plaj. Deniz, çakıl sahil ve hemen arkasında zeytin ağaçları. Büyük bir zeytin ağacının gölgesinde uzandık. Tekneler de yanaşabiliyor. Tavernası güzel.
 















Yemek üstüne içilen Greek coffee  
Anargyroi: En sevdiğimiz plaj bu oldu.2 kez geldik otobüsle. Uzunca bir sahili var çakıl.  İskele olması hayatımızı kurtardı. Bo bol denize atladık ve slow motion filmler çekerek atlayışlarımızı ölümsüzleştirdik. Buradaki taverna da çok güzel. Çam ağaçlarının gölgesinde masalar ve yemeğin üstüne ‘please allow me to  have coffee on me’ diyen tatlı garsonlar.  


Buralarda Türk turist yok :)
 









Atlamaktan yorgun düşmüş Efe

















Paradise'de parti moduna girince tokalandık:)
Paradise: Her adanın olmazsa olmaz plaj adı. Çeşme’deki Paparazzinin ilk halini hatırlattı bana. Müzik var. Restoranı şık.En güzeli  plajdan at arabasıyla rüzgarlı rüzgarlı dönmekti.

 

 



Bu tatilin vazgeçilmez eğlencesi iskeleden atlamak ve slow motion çekimler yapmaktı. Videolar burada hızlanıyor sanırım yine de 1-2 güzelleme ile bitiriyorum:
 
 

HYDRA

 
Ve işte benim minik mücevherim. Hoş metrekare olarak Spetses'den daha büyükmüş. Ama hissiyat olarak benim için avuç içi kadar mutluluk yeter tadında. Atina jet sosyetesinin takıldığı ada bilgisini kulağımın arkasına atıyorum. Zira bu ada benim için Leonard Cohen'in adası demek. Onun şarkıları, şiirleri, sesi kadar güzel olmalı, dingin olmalı, uzak olmalı, seni kopartmalı, uçurtmalı...

Hydra adasında motorlu hiçbir taşıt yok, motosiklet ve atv dahil. Sadece deniz ulaşımı, eşekler, katırlar ve ayaklarımız  var. Bu bile yeter insanın gitmek istemesine di mi?
Hydra'ya hoşgeldik.
Efe'nin klasik pozu olmazsa olmaz.

Feribottan indiğimizde otelden yardımcı biri elinde el arabası gibi tahtadan bir çekecekle geldi, bavulları içine atıp yürümeye başladık. İlk otelimiz ada merkezinde. Biraz yürüyüp, biraz merdiven tırmandıktan sonra varıyoruz. Minik balkonundan Hydra'nın bembeyaz evleri ve deniz gözüküyor. Mütevazi bir pansiyon ve uygun fiyatlı. Bavulları bırakıp kendimizi en yakın denize atma hevesindeyiz.

Yerden yatan mavi el arabaları çok iş görüyor taşımacılıkta.


Kaş'ın kulaklarını çınlattık.
Oracıkta öğreniyoruz ki, yürüme mesafesinde kayalardan atlayabileceğimiz bir yer var. Efe eşeğe binmek istemiyor. Nitekim önce hevesli olan ben de daha sonra turistik eğlence gibi eşeğe binmeye pek sıcak bakamıyorum. Yerli halkın köyler arası ulaşımda taşımada kullanması gibi değil ki, yürürüm n'olcak. Eşekleri çok güzel, bi de begonvillerle süslemişler, isim de vermişler, gel de bin. Uzaktan sevmek aşkların en güzeli deyip yürüdük Spilia denen kayalıklara. Zaten çok yakınmış. Hemen limanın soluna doğru biraz yokuş çıkıyorsun, sonra merdivenlerle kayalara iniyorsun.Teras   gibi yan yana bir sürü kayalardan oluşmuş bir  plaj. Kayalar müthiş, kocaman, dümdüz, kaygan değil,  insanlar üzerlerine uzanmış. Hiç beklemiyordum, okumamıştım. Çok güzeldi, derin maviye direkt atlıyosun ya da merdiven var :) Bu yaz bende tekrar başlayan Kaş özlemimi gidermeye anlaşılan Hydra niyetlenmişti.  Efe ve Fırat baya yüksekten atladılar, Efe çok eğlendi, yoruldu.
Terasın üstlerine kurulan bi kaç tane restoran ve bar var. Sonradan bizim otele ait olduğunu anlayacağımız Sunset restoranına ancak 2 gün sonrası için yer ayırttırıyoruz.
Spilia kayalıklarında günbatımını bekliyoruz.



Günün sonunda yüksekte, bir ufak masada, bira eşliğinde güneşin batışını seyrediyorduk. Hydra hayallerimi  boşa çıkarmamıştı :)


Hydra'nın merkezi dar sokaları, şık tavernaları,  deniz kenarı boyunca cafeleri ile çok canlı çok tatlı. Gözümüze kestirdiğimiz bir tavernaya oturuyoruz. Ama  Efe hemen yanındaki İtalyan restorandan pestolu makarna istiyor. Ve bu isteğimize hem İtalyan hem Yunan tabii ki deyip dünyadaki  tek amaçları Efe'yi mutlu etmekmiş gibi davranıyolar.
Efe: Annemle babam restoran bakınırken ben perstoyu gözüme kestirdim çoktan.
 O gece her sene 2 gece olan yıldız kayması şenliğinin ilk günü. Ancak Hydra'nın ışıkları ve bizim yorgunluğumuz bu şöleni görmemize izin vermiyor.

Ertesi sabah bavullarla limana iniyoruz. Bizim otele gidecek olan 'water taxi' i bulup biniyoruz. Bu su taksilerinin diyeyim bi karakterleri var sanki Cars filmindeki arabalar gibi konuşuyolar, yan yana bekleşirken kıpır kıpırlar, biri gitti mi sırayı bozmadan yanaşıyolar. Kırmızı renkleriyle adanın vazgeçilmez yerlileri :) Otelin bulunduğu koya doğru giderken denizin ortasındaki minicik adacıklar üzerine kondurulmuş bembeyaz ufak kilisecikler dikkatimi çekiyor.
Karşınızda Hydra'nın kırmızı çizgi film kahramanları
Kim gider o denizin ortasındaki kiliseye acaba?
 
2 gece kalacağımız otel, merkezden uzakta Plakes denen plajdaki tek otel. Adı Four Seasons ama zincir olanla ilgisi yokmuş. 4 mevsimin adıyla 4 tane süit odaları ve daha sonra eklenen ay ve güneş isimli 2 odasıyla minik bir butik otel. Bizim odamızın adı Sonbahar. Balkondan bakınca gördüğüm manzara: Önümde çam ağaçları ve geniş bir deniz, solumda zeytin ağaçları ve dağlar. Dağların yamacında eşeklerin yaşadığı, yiyip içtiği sarı otlak alan. Sağımda minik iskele ve tepede tek tük evler ve patika yollar. Gerçekten gözünün, gönlünün akıp gittiği bi manzara.
Karşıdaki sarı otlak benim arkadaşım eşeklerin evi
Balkonda keyif. Arkada görülen 3'lü dağcık grubu Hydra'nın simgelerinden.

Koydaki tek otel olunca ve ilk botlar 10.30 civarı gelince sabah 3-5 kişiyle birlikte denizin doğanın tadını doyasıya çıkarabildim. Kahvaltı öncesi iskeleye ufak bi yürüyüş yapıp, ısınıp sonra denize girmek gibisi yoktur benim için. Sabah rituelime adanın eşekleriyle selamlaşmak da girdi burda. Otlaktaki eşekler gerçi çok boğuk ve hüzünlü anırıyolardı ama inşallah bu sadece onların ses rengiydi ve aslında mutluydular. Denize girip biraz yüzüp uzaktan sahili, dağları, evleri, ağaçları insanları  seyretmeyi de severim. Dağların içinden geçen, köyleri birbirine bağlayan patika yolda eşeklerinin üzerine yan yan oturmuş köylülerin sabah sabah nereye gittiklerini de merak ettim.

Plakes plajı adanın popüler yerlerinden biri. Dolayısıyla gün içinde kalabalıklaşıyor. Aslında bize mi denk geldi bilmiyorum ama denizi de öyle çok temiz, kristal berrak dedikleri gibi değil. Nitekim biz iskele tarafına gidip, sağındaki kırmızı taşlı minik koydan girmeyi tercih ettik.

Otelin tavernası denizin hemen yanında koydaki tek yeme içme mekanı. Kahvaltıyı da burda veriyolar ve istediğin saatte :) Herşey bu kadar elinin altında, rahat, sakin, güzel olunca başka bi yere gitmek istemedik. Öğle yemeğini de burda hergün çıkan değişik menülerle keyifli keyifli yedik. İlk akşam Spilia kayalıklarından seyrettiğimiz günbatımı, Plakes koyunda da çok seyirlik.
Alman turistlerden kaptığımız trik: foto makinasında lensin önüne güneş gözlüğünün camını daya:)
İlk akşamüstü minik koyumuza gidip ailecek denize girdik ama Efe'yle ben denizden çıkmak istemedik. Solumuzda güneş battı, hava ağır ağır kararmaya, renkler kırmızı pembeden gri maviye dönmeye başladı. biz Efe'yle hala denizde, Fırat kıyıda, sadece üçümüz minik koyumuzda havanın kararması hiç umurumuzda olmadan anın tadını çıkardık. Efe ilk defa karanlıkta denize girdi ve hoşuna gitti.  O akşam otelin tavernasında çok güzel bir yemek yedik. Rüya gibi bir gece yaşayacağımızı  henüz bilmiyorduk.
Hava kararıyormuş neyleyim :)
O gece yıldız kaymasının 2. günüydü. Yemekten sonra beklentisiz bi şekilde sahile inip şezlonglara uzandık. Bu sefer etrafta ışık çok çok azdı ve yıldızlı gökyüzü yorgan gibi üstümüzdeydi. 1 kaydı 2 kaydı sen gördün ben gördüm derken saatler geçti. Üçümüz birden aynı yıldızın kaydığını görünce Efe yatmak istedi. Biz de odanın ön terasındaki şezlonglara uzandık Fırat'la. Bu gece uyunmazdı. Üzerimize pikeyi çekip gökyüzünü seyre daldık. Ben ömrü hayatımda bu kadar güzel ve çok yıldız kayması seyretmedim. Bir de üstüne uzaktaki koyunların zillerinden ve denizden gelen müzik eklendi ki  tam olsun. Senenin bu 2 özel gecesini bundan sonra takip etmeyi ve ışıksız bi yer bulmayı unutmayın derim.

2 gün Plakes koyundan çıkmayınca, 3. son günümüzde Yunus Emre misali ''Taştın yine deli gönül
Sular gibi çağlar mısın''  dedim kendime ve Efe ile Fırat'ı bırakıp yollara düştüm. Hydra merkez ile Plakes arası yürüme mesafesi 1 saat kadar. Ya dağların içinden trekking misali gidiyosun ya da denize paralel ama yine yüksekten, patika yol üstünden. Bu toprak yol ayrıca eşeklerin de rotası :)
Patika yolda solum deniz, önüm köyler...
 
Kamini köyünün sakinleri kayıklar.
Ben ikinci yolu seçtim, solumda müthiş deniz manzarasıyla çeşitli koylardan geçerek Kamini balıkçı köyüne kadar yürüdüm. Bu mesafe yaklaşık yarım saat çok keyifli manzaralı bir yol. Aralarda yine kayalardan atlayarak tekneden denize girme derinliğini veren gizli cennetler gördüm. Kamini'de ben de kayalardan cup deniz yaptım, biraz dinlendim. Leonard abinin evi buralarda bi yerlerde mi acaba diye düşündüm. Kamini'den kalkan botlarla ve bu sefer tek yolcu bendim tekrar kendi köyüme döndüm. Diyeceğim Hydra'da yürünecek bir sürü güzel yol da var.
 

Beni bu  manzaralar eşliğinde yürüten ayaklarıma sağlık :) 

Hydra'dan akşam vakti bir feribotla ayrıldık. İyi ki gelmişiz dedik.
Merak etme Hydra'cım, seni mücevher kutumda saklayacağım :)
Spilia kayalıklarından atlayan cersur yüreği aşağıda seyredebilirsiniz.( Slow motion çektim ama buraya aktaramadım)

 


 











Sunday, April 26, 2015

Güney Afrika:Cape Town`dan Port Elizabeth'e

Uzun yolculukların tadı başka oluyor. Hele önceden planlamadan, otelleri ayarlamadan. akışa bırakarak,gün  ne getiriyosa onu yaşayarak, kah daha çok kalıp, kah devam ederek yapılan seyahatler çok daha heyecan verici...Benim  için buna en güzel örnek balayım diyebilirim.

Amma velakin, bu sefer rota Güney Afrika ve 9 yaşında bir oğlum var :) Bu yüzden 12 gün boyunca gidilecek 8 oteli, yapılacak aktiviteleri inceden planladım.Ve rahatlıkla ve mutlulukla söyleyebilirim ki %90 başarmışım.

Rotamız:
Cape Town-Stellenbosch-Touws River-Mosel Bay-Kynsa-Titsikamma-Jeffrey's Bay-Port Elizabeth


Cape Town'dan Port Elizabeth'e giden rotaya 'Garden Route' deniyor, Toplam 750 km. Biz üzüm bağlarıyla ünlü Stellenbosch ve Safari ( game drive diyolar) yapacağımız Touws River için bir U çizip, Mosel Bay'den katılıyoruz N2 Garden Route'a. Şoförümüz sevgili Fırat soldan ilk defa araba kullanacak olmanın heyecanını saklamıyor. 

İstanbul-Johannesburg-Cape Town toplam 12 saat uçtuktan sonra otelde yatay olmanın tarifsiz mutluluğu içindeyim. Uçakta Mandela'nın filmini seyrettim. Filmde geçen olaylar aslında o kadar yakın bir zaman ki, düşünün 27 sene hapiste gectikten sonra 1994'de başkan seçiliyor ve sonra bayrakları da değişiyor.Yeni bayrak çok daha karakterli ve renkleriyle ben Güney Afrika'yım diyor. Filmde özellikle bir sahne beni çok etkiledi. Siyah beyaz çatışması doruktayken, Mandela televizyondan siyahlara sesleniyor: ' Biliyorum benden intikam dememi istiyorsunuz, benden silah istiyorsunuz. Oysa benim size vereceğim tek cevap var, o da barış.' Bundan sonra şiddet bitiyor ve demokratik seçimlerle Mandela başkan oluyor. Bu kadar yakın bi zamanda nelerden geçmişler diye düşünerek ayak bastım Cape Town'a. Mandela'nın farklı posterleri sık sık karşıma çıkıyor ve farkediyorum ki yüzünde, gözünde  hep bi gülümseme. Mutluluk istiyor halkı için çok belli.

CAPE TOWN


V&A Waterfront'da arkamizi Masa dagina yasladik.
Neyse gelelim Cape Town'a. İlk defa turist gibi! çift katlı gezi otobüsüne binmek buraya nasipmiş. Kulaklıkta Türkçe bile var. İlk akşam yemek için taksiyle V&A Waterfront limanına gidiyoruz. V  kraliçe Victoria, A oğlu Alfred içinmiş, kocası Albert değil. Burası bir sürü restoranın, otelin, teknelerin, alışveriş merkezinin, hediyelikçilerin, ünlü akvaryumun, meydan konserlerinin, heykellerin olduğu büyük bir liman. Gece gündüz kalabalık, turistik ve güvenli. Yemekte yediğim ızgara bebek kalamarlar ise yumuşacık. Yerli balıkların isimlerini de hemen öğreniyoruz: Hake, Kingklip, Sole....olalala

Güney Afrika bayrakli tisortle Masa Daginda yuruyus.
Ertesi gün teleferikle 'Table Mountain' dağına çıktık.  Dağ şehrin sembolü, koruyucusu, kıymetlisi.   Teleferikteki numarayı bilmeyenler, güzel manzaralı cam kenarı kapma telaşında. Halbuki az sonra ayaklarimizin altındaki tekerlek dönmeye başlayınca herkes 'eşit' şekilde 360 derece görüyor manzarayı hahaha, çok güzel di mi?


Efe muthis bir foto yakalamis: Kus bakisi Cape Town'i seyreden kertenkele


Dag, ismiyle müsemma, Tepesi masa gibi dümdüz. Fynbos denen farklı ve çok zengin bir bitki örtüsü var, Bazen denizaltindaki mercanlara benzetiyorum. Dünyada sadece burda yetişen 2000 küsür bitki varmış. Kimbilir nelere iyi geliyodur ama meraktan ölmemek için denemedim.

Denklansore basan yine Efe: Dassy ile goz goze
 Yürürken, 'Dassy' denen fil familyasindan  ama daha çok tavşana benzeyen bir hayvan gördük. İlkönce 1 tane görüp sevindik, peşine düştük, meğer her yer dassymiş sonra anladık.

1000 metre yükseklikteki Masa dağında saatlerce yürüyebilirsin, yürüyerek inmeyi göze alırsan güneşi batırabilirsin. Manzara müthiş, okynanusu, koyları, şehri doya doya seyretmelik.

Camps Bay
Günes Camps Bay'de batarken...
Dönüşte otobüs bizi tepeden gördüğümüz koyların yanından geçiriyor, rüzgarı hissederek, okyanusu koklayarak gidiyoruz. Ertesi akşamüstü koylardan Camps Bay'e gelip okyanusa ayağımı sokuyorum. Başka bi soğuk, Yani soğuğun rengi başka, okyanus soğuğu sanırım :) Güneşi batırdıktan sonra tavsiye üzerine Codfather isimli balik+sushi restoranina gidiyoruz ve mutlu son:)
Codfather Restoran'da yer bulduk :) 


Green Market
Cape Town'da Green Market, Long Street civarında rahatlıkla dolaşıp, sokak müzisyenleri eşliğinde hediyelik satan açık hava pazarını gezebilirsiniz. Restoranların cafelerin dışarıya masa attıkları şirin sokaklar var.

Bo Kaap
Şehirde renkli renkli evlerin sıralandığı Bo Kaap civarında dolandık. Burası çeşitli yerlerden getirilen kölelerin yaşadığı yermiş, daha sonra Malay nüfus yoğunluk kazanmış.Minik minareli camileri görünce şaşırdık.
Fırat ve Efe 'Two Oceans' akvaryumunu gezerken, ben Afrika mağazalarında dolandım.

SIMONS TOWN-BOULDERS BEACH-CAPE POINT

Ve beklenen an geldi: Araba kiralayıp Cape of Good Hope yani Ümit burnuna doğru birkaç duraklı minik bi tur yapıcaz. Aslında böyle günlük tur düzenleyen şirketler var ama o kadar da turist değiliz :) Fırat soldan araba kullanmaya çabuk alışıyor, biz de devamlı hatırlatıyoruz.

En iyi balik icin Simons Town

Önce Simon's Town denen kasabaya uğruyoruz. İlk defa dalgasız rüzgarsız bir liman görüyorum. Otoparkçı adama nerde yiyelim diye sorunca bize 'Salty Sea Dog but nowhere else' diyor. Salaş ama deli gibi lezzetli balıkları mideye indiriyoruz. Ben 'Snoek' denen uzun kılçıkları olan bi balık yedim ve sonra başka yerde bulamadım. Efe 'hake fish'ini yedi.Fırat kalamar ve kingklip. Günü tamamlayıp akşam yemeğini de burda yedik sonra.





Boulders Beach
Benimle top oynar misin?
Karınlar doyunca penguenlerin peşine düştük. Boulders Beach aslında penguenlerin sahili, insanlar da arada takılıyo gibi. Okyanus burda sakin, kayalarla korunaklı. Ben kayalara da bayıldım. Penguenler süper cool, denize giriyolar, hooop çıkıp, pata pata arkadaşlarının yanına kayalığa çıkıp yüzünü güneşe verip saatlerce yukarı bakıyolar. Ayaklarımız denizde Efe'yle topla paslaşırken bi baktım 3 tane bıdık penguen arkamda yüzüyolar.Cape town'da yaşasan moralin bozuksa gel buraya bişiyciğin kalmaz.  Sahilden en son biz ayrıldık. Su yine soğuktu ama insaflıydı. Bu sefer dizimizin üstüne kadar sudaydık.









Cape Point: Ucuyoruuuz...
Cape Point Afrika`nin en ucu degilmis ama bizim gidecegimiz en uc nokta.Yolda babunlar geçiyor arabanın önünden. Vahşi ve saldırgan olduklarını okuduk, ö yüzden pek bulaşmıyoruz. Cape Point'e uzun bir yürüyüş-tırmanışla da çıkılıyor. Biz tabii ki raylı sistemi tercih ettik. Tepede bir deniz feneri var. Bi tarafın Hint bi tarafın Atlas okyanusu. Manzara müthiş. Haritada gördüğün en uç noktaya uzanana buruna  gözlerinle bakıyorsun.
Sen Hint ben Atlas okyanusu olayim Firadim
Hayatımda rüzgarın beni kaldırıp uçurabileceğini burada hissettim. Ağzın burnun ayrı uçuyo en tepede. Efe'ye yere sıkı bas, bi yere tutun dedim o kadar. Fotoğraf bile zor çektikten sonra dönüyoruz.
Bu baglar insani icmeden sarhos edebilir.
STELLENBOSCH
Artık güzel bir şarap molası verme zamanı...Stellenbosch meşhur üzüm bağları bölgesi. Cape Town'a 45 dakikalık mesafede. Şehirden şarap tadım turları var günlük. Biz kendimiz gidip 1 gece kalacağız. Kalacağımız Spier Otel, bölgede 1692'de kurulan ilk çiftlik. Tabii ki kendi bağları, şarapları, sebze meyve yetiştirdikleri tarlaları var. Odamıza golf arabasıyla gidiyoruz, Efe çok mutlu. Oda çok güzel, ferah, büyük, özenli, ince ayrıntılar var. Otelde her yerde Güney Afrikalı sanatçılara ait resimler var galeri gibi. Eight isminde gurme restoranı var. İstersen sana piknik sepeti hazırlıyolar, gidip ağaçlar altında oturuyosun. Restoranın da harika bir bahçesi var. Öğle yemeğimizi burda yiyoruz ve içiyorum. Havuzda biraz yüzüp oynadıktan sonra Efe'yi odada dinlenmeye bırakıp, biz Fırat'la bağları keşfe çıktık.  Mevsim sonbahara döndüğünden bağlar yeşilli kırmızılı ve gözalabildiğince gidiyor. Yol boyunca birsürü şarap çiftliğinden geçtik.


Afrikalilar esitsizlige tepki olarak pasaportlarini yakmislar
Otelin resepsiyonunun guzelligi
Adını okuduğum ve bilenlerin gidin dedikleri Graff isimli oteli gezelim dedik. Tabii hemen hemen her otelin kendine ait bağları ve şarapları oluyor. Graff beni benden aldı. Otel tamamen sanatla resimle heykelle bütünleşmiş. Uzun uzun gezdik müze gibi, çok etkileyici. Manzara büyüleyici, dağlara ve bağlara bakıyorsun ve başka hiçbirşey yok insan eliyle yapılma. Çok güzel teraslı bir restoranı var bu manzaraya bakan. Öğle yemeğine gelinmelik tam ama biz kaçırdık:( Napalım o zaman biz de şarap içeriz dedik ve Graff şaraplarından yudumladık.Bu arada Graff abinin asıl işi mücevhermiş, kendisi şu an Cenevre'de yaşıyor.


Lionel Smit"in muthis surat tablolari var.

TOUWS RIVER

Şimdi sıra Safaride..2 saatlik bir yolculuktan sonra Touws River'da Aquila tesisindeyiz. Safari öncesi öğle yemeğini yerken, önümüzdeki manzara yine dağlar ve ovalar. Ha bi de filler bu sefer :)
Efe balkonda keyif yaparken 


Odamız bungolow tipi, içinden merdivenle kat çıkılan çok şirin bi ev. Duşu dışarda açıkhavada yapmışlar, yıldızlara bakıp yıkanıyosun. Bu tür  konaklamalı safari yapan yerler var. Bunlara Private Game Reserve deniyor. İlk defa safari yapacağım için karşılaştırma şansım yok ama bence fena değildi. Big 5 içinden 4 tanesini yani buffalo, aslan, gergedan ve fili doğal ortamında gördük. Leoparı ise kurtarma merkezinde gördük. Evet bir de insanların kötü amaçlarla kullandıkları hayvanları kurtarıp getirdikleri bi merkezleri vardi.

Safari safari geziyorus

Mola zamani inip sarap ictik
Kamyonetten bozma safari aracında açıktasın! Vura çıka hayvanların dolandığı otlakların içinden gidiyoruz, toprak kırmızı, kiremit rengi, bitki örtüsü bodur, arada sulak alanlar var. 3 saat boyunca maceralı, heyecanlı bir safari yaptık. Buffalo sinirlenip safari kamyonumuza boynuzuyla vurdu. Aslanlarla burun buruna olmak, göz göze gelmek gerçekten korkutucu güzeldi.  Yerse 5 saniyeden fazla göze göze kal bakalım. Öyle bi bakıyo ki sarı sarı içini görüyo sanki . Gerçekten krallar yani.  Hele ayaklanıp şöyle yürümeye başlayınca aman aman oluyosun. Biz sadece bakmaya geldik gidiyoduk zaten...

Bunların dışında zebralar ve zürafalar romantik duygularımıza hitap ettiler. Gerilim filmindeki rahatlama sahneleri gibi. Hipopotamların suya ağır ağır girişine rast geldik, sonra sadece gözleri ve kafalarını sudan çıkarıp girmelerini seyrettik. Kalanlara özel yaptıkları sabah 6'daki ikinci turda uzaktan aslanların kükremesini duydum. Hayvanlar sıcak sevmediğinden bu saatlerde daha hareketli oluyolarmış. Kahvaltı sonrası, odanın, balkonun, manzaranın keyfini çıkarıp, tekrar yola koyuluyoruz. Iste fotografladigimiz guzel hayvanlar:









Araba ile giderken yol manzarasi
Touws River'dan Mosel Bay'e inen yolun doğası sanki her an güneş batıyormuş hissiyatı veren kırmızı, sarı, hardal, kahverengi renklerle bürünürken,Mosel Bay'den sonra birden her yer çam ormanları, yemyeşil oluyor. Ben ise daha önce hiç görmediğim kırmızı topraklı yolu sevdim. Sanırım N2'ye rakip olan üst paralel yol ki scenic route R62 deniyor böyle. Kendimi kah bir yol filminde kah bir belgesel filminde hissediyorum.




MOSEL BAY

Şimdi sıra Buyuk beyaz köpekbalığı ( White Shark) dalışında. Rotamız Mossel Bay. 2 gün kaldık. En sevdiğimiz yerlerden biri oldu. Tipik renkli balıkçı evinden yapılma otele bayıldım. Bi de sahibi demez mi kahvaltınız terasınıza gelecek, E daha ne isterim. Biraz erken saatte güne başlıyorlar o ayrı. Teras renkli balıkçı evlerinin arasından okyanusa açılıyor. Odamıza yerleştikten 5 dakka sonra kapı vuruldu, balkona çıkın, yunuslar geçiyor dediler.
Point Village Guesthouse
Yine terastan gün boyu bıkıp usanmadan dalga  surfü yapanları seyrettik. Okyanusu ve kocaman  dalgaların kayaya vuruşunu seyretmek insanın yüreğini kabartıyor. Efe'yle bolbol yastık savaşı yaptık ve ailecek Fusion denen kart oyununu oynayıp, dans ettik okyanus manzarasına karşı.


Firat kafese girip suyun icinde gorecek buyuk beyazi
Cok buyuk ve cok guzelsin.
Buyuk beyaz köpekbalığı ise tam bi macera, bilinmeze giden yol. Mossel Bay'de sadece bir şirket yapıyor bu işi. 1 gün önce çıkılan turda köpekbalığı görülmemiş, Japon turist saydırmış tripadvisorda. Yani bu işin garantisi yok. Bizim ise tek atışlık şansımız var. Mossel Bay'e çok yakın, yarım saat mesafede fok balıklarının yaşadığı adacığa gidiyoruz. Köpekbalıkları buraya gelirlermiş, yüzme öğrenmeye çalışan yavru fokları avlarlarmış. Foklar da az namussuz değil, adadan penguenleri kovup istila etmişler. Adaya yakın demir attık, yüzlerce fok kaotik bi şekilde keçi gibi ses çıkarıyolar.
Kanadalı rehberimiz anlatıyor: Senede 100 milyon köpekbalığı sadece yüzgeçleri için öldürülüyormuş, görgüsüz çinlilerin ve hong kongluların zenginlik göstergesi yüzgeç çorbası içmesi için, Güney Afrika'da yasakmış, Mozambik'de değilmiş, beyaz köpekbalıkları insan yemezlermiş, sadece tanımak amacıyla ısırır bırakırlarmış. Rehber bize bunları anlatırken, bi yandan da çeşitli numaralarla köpekbalıklarına sinyal gönderiyo diğer kadro. Asıl işi bilen bir local abi var. Elinde bi ip, ipin ucunda kafam kadar ton balığının kafası. Suya şaplatıp daldırıyo, Sese çağırıyor, bekliyoruz!! 1 saat oldu hala bişey görünmedi, umutsuzluk biraz ağır basmaya başladı ama bakıyorum siyah abi pes etmiyor. Görüş mesafesi de çok fena, güneş de yok şansımıza. Gelir mi gelmez mi derken, 3,5 metre kadar bi köpekbalığı hop diye kapmasın mı tonun kafayı. Hepimiz çok mutlu olduk ama. Fırat ve 6 kişi kafese girdi, haydi bi daha gel bi daha bi daha derken 10 tane ton kafasını mideye indirdi ama bize de inanılmaz güzellikte görüntüler verdi. Rehberin dediğine göre 3 tane görmüşüz. Sakın Mozambik tarafına gitmeyin, buralarda yüzün e mi, sizi seviyorum.



WILDERNESS

Blue Olive yagmurdan kacarken iyi ki seni bulduk
Wilderness'a yukardan bir bakis

Yol filmine devam... Bir sonraki durak Knysa.
Ama öyle bi yağmur yağıyor ki gitmek mümkün degil. Yol üstünde gezeceğimiz durakları kara kara düşünürken, gezimizin en güzel restoranlarından birine tesadüf ediyoruz. Yağmurdan kaçarken girdiğimiz restoran ya da cafeler niyeyse hep güzel oluyor diye geriye sarıyorum biran. İsmini pek beğenip yakıştırdığım Wilderness, upuzun kumsalıyla ve tabii ki dalgalı okyanusuyla meşhur. İşte burada Blue Olive'de yedik içtik. Atmosfer güzel, duvarda yerli ressamlardan çeşitli portreler. Ben  roze şarabımı ısmarlamışım, Fırat Castle Lite birasını.  Balığım ızgarada sole fish. Efe de makarnasına kavuşmus. Hem de bara gidip televizyonda maç eşliğinde. Servis yavaş ama acelemiz yok:)Islak ve telaşlı olarak girip, mutlu ve kuru olarak ayrıldık.
Map of Africa : handmade by nature
Arabayla biraz yukarda ' Map of Africa' denen yere çıktık. Burdan aşağıya bakınca alabildiğince yeşil bir orman ve kenarından akan nehirlerle doğal olarak çizilen Afrika kıtasını görüyorsun. Diğer tarafta ise Wilderness tüm okyanusuyla ayağımızın altında. Hava kötü olmasa paragliding yapanları seyredebilecektik.

TENEKE EVLER
Yol belgeselimizde beni etkileyen, şaşırtan ve düşündüren bir görüntüden bahsetmek isterim. Arabayla herhangi bir merkezden ayrılıp yola katıldığımızda sağlı sollu kilometrelerce uzunlukta teneke evler görüyorum. Bizim varoş mahalleleri gibi milyonlarca ama baraka ev, teneke ev. Tek göz odalı,tek katlı, minik minik yan yana evler.  Bazılarında  elektrik direkleri var, çoğunda yok, aralarda çamaşırlar asılmış, tozlu yollarda çocuklar oynuyor.Uzaktan bir bütün olarak bakınca  renkleri, görüntüsü  pitoresk bile diyebilirim hatta bu görüntüyü resimlerde, el sanatlarında  gayet güzel yansıtmışlar ama nasıl bir hayat yaşıyorlar, içerde dertleri ne mutlulukları ne hiç bilemiyorum. Apayrı dünyalar. Belki de restoranda bize servis yapan garson, ya da odamızı temizleyen teyze burdan gidip geliyolar hergün. Ve bu teneke evlerde yaşayan milyonlarca siyah insan Mandela'yı başkan yapan. Acaba kendilerini eşit hissediyolar mı şimdi? Düşmanlık bittiyse bu tehdit, bu hırsızlık, bu korku, bu güvensizlik ne? Mandela çıkarıldığı mahkemede bakın ne demiş: “I have fought against white domination, and I have fought against black domination. I have cherished the ideal of a democratic and free society in which all persons live together in harmony with equal opportunities. It is an ideal which I hope to live for, and to see realized. But my lord, if needs be, it is an ideal for which I am prepared to die.” Öyle düşünüyorum ki idealine tamamen kavuşmuş gözükmüyor maalesef.




  KYNSNA


'The Islander Knysna Guesthouse' terasinda mutlu saatler
Kynsna'ya vardığımızda hava kararmaya başlamış, yağmur durmamıştı. Ama otel nefisti. Tam Fırat'ın hayal ettiği gibi yağmurda saatlerce oturup dinlenilecek dekorasyon dergilerinden fırlama bir terası vardı.







Ocean Basket: Ucuz, lezzetli yerel baliklarini yiyebileceginiz zincir restoran
Akşam Knysa'nin limanına gittik. İnanılmaz fırtınalı bir yağmur vardı. Ve Ocean Basket'i keşfettik. Meğer zincir balık restoranıymış ve de Yunan soslu. Gerek kağıttan mavili beyazlı masa örtüleri, gerek menüdeki cacıki, greek salad  gibi dokunuşlar yunan parmağının güzel işaretleriydi. Bir kez daha helal olsun dedik.  Ertesi gün hava açmıştı. Ama biz yağmur var diye 2 geceyi 1'e indirip yola devam etme kararı almıştık. O gün terasın tadını epey çıkardık. Göz okşayıcı, beyin dinlendirici renkler, koltuk, önünde uzanan çimenlik ve bahçe, kuş sesleri mest etti bizi. Zor da olsa bırakıp etrafi gezdik.


The Heads'de Hint okyanusu arkamizda
Kynsna golu ve arkada okyanusun daralip iceri girdigi The Heads
Kynsna aslında okyanusun iki dağ arasından geçip göl oluşturduğu bir yer. İşte bu gölde 2 ada var ve otelimiz karaya köprüyle bağlanan adanın üstünde ve  sanırım zenginlerin belki de beyazların yaşadığı bir ada. Zaten adı ' Leisure İsland'. Adanın etrafında şöyle bi yürüyüş yapınca gördük ki gölde gel git olayı var. İnsanlar bataklığın üstünde yürüyormuş gibi. Sonra uzakta  'The Heads' denen iki dağı yani iki kafayı gördük ve arasından sızmaya çalışan okyanusun dalgalarını.The Heads'e arabayla gidiliyor ve yukardan bakınca daha iyi anlaşılıyor  Kynsna , dağlar, göl, okyanus ve  gelgit. Sabah insanların yürüdüğü bataklıkta şimdi gemiler geziyodu. Tekrar limana gidip biraz alışveriş yapıyoruz, güzel dükkanlar var ve hava açıkken dışarda masada bir Ocean Basket daha yapıyoruz:)

TSITSIKAMMA

Kynsa -Tsitsikamma arası yaklaşık1 saat. Tsitsikamma  büyük ulusal parklardan biri, içinde bir çok aktivite mevcut. Biz ise asma köprü geçeceğimiz yürüyüş parkuru, şelale göreceğimiz  parkuru ve  dünyanın en yüksekten  bungeejumping yapılan köprüsünü görmek istiyoruz.
Varışımız yine akşamı buluyor. Tsitsikamma'da kaldığımız oteli en kötü konaklama yeri seçiyorum. Ama burda kalmasaydık, o gece gittiğimiz en kitch Güney afrika pizzacısını da yaşamamış olacaktık. Sanki teneke evlerden birine misafirliğe gelmiş gibiyiz. İçerde odun fırınının başında 1 siyah abla, barda başka bi siyah abla ve gelenlerin çoğu backpackers denen tipler. Televizyonda 80'lerin klipleri dönüyor ardarda,eskiden ne güzel ne naifmiş klipler. Burayı zamanın dışında, kendi zamanında yaşayan nadir ve güzel yerlerden biri olarak hafızama taşıyorum. Adını soracak olursanız, sanırım The Pub.
Mum isigi altinda pizza acan Afrikali kadin

Ertesi sabah Bloukrans Bridge'den  bungeejumping yapanları seyredebileceğimiz cafeye kahvaltıya geldik. Biz yumurtaları hüpletirken onlar  216 metre yükseklikten atlatılar. İçerde televizyondan canlı yayın da yapıyorlar. Efe'ye burda verdiğim nasihat şu oldu: Oğlum, bu tür şeyleri 30 yaşına gelmeden  yaparsan yaptın, sonra biraz kasıyo insan. Seyrederken bile bi fena oldum ben.


Storms River"in okyanusla birlestigi agiz



Artık Storms River Mouth'da yürüyüşe hazırız. Storms River Doğu ve Batı Cape sınırı ve bu nehirin okyanusa karıştığı yerde bir asma köprü var. Orman içinde yapılan tahta patikadan yürüyerek köprüden geçiyoruz, kolay ve romantik bir parkur. Bizden 1 gün önce yağan fırtınalı yağmurdan dolayı 6 kmlik şelaleye giden yol kapanmış ama anlıyoruz ki kapanmasa da üzerimizdeki kıyafet ve ayakkabılarla yapılacak türden bir parkur değil. Okyanusun yanından kayalardan atlaya zıplaya gidilen bir yolmuş. Diğer durağımız  'Big Tree'. 1000 yaşındaki Yellowwood ağacının heybeti karşısında saygıyla eğiliyorum. Gövdesi 36 metre, dallar ondan sonra başlıyor.
Kirmizi kayalar
Big Yellowwood _Tree
JEFFREY'S BAY
Yavaş yavaş seyahatin sonuna yaklaşıyoruz. Sondan ikinci durağımız Jeffreys Bay. Bu civarlar biz görmedik ama  surfcülerin cennetiymiş. Bizim evimiz tepeden okyanus manzaralı, ev çok büyük ama biraz eski. Sahilde  Efe ve Fırat mini golf oynadılar, ben de skor tuttum. Ocean Basket'da yemek yedik. Onun dışında da pek bişey yoktu. Ben güneşin okyanusa batmasını hayal ediyodum ama yanılmışım. Ertesi günkü kahvaltıcımız kendine has bi yerdi. Bi tarafı çamaşırhane, bi tarafı cafe, içinde hediyelik  var. Kahvaltısı gayet iyiydi. Efe kahvaltı niyetine hamburger yedi.

PORT ELIZABETH-ADDO ELEPHANT PARK

Son günümüze planlı bi aktivite koymamıştım. Port Elizabeth'e yakın Addo Elephant Parkı okumuştum.

Bu parkda fillerin gecis ustunlugu var.
Efe'yle de fillere binmek istediğimden haydi dedik gidelim. Gidince gördük ki, fillere burda binilmiyormuş, başka bi yerde varmış fakat yollar çok çamurlu olduğundan bizim araba oraya gitmezmiş. E burda ne var dedik. Kendi arabanızla safari yapıyorsunuz, parkın içinde çeşitli yollar var, saat 4'e kadar dolanıyorsunuz dediler. Safari jipleriyle tur da alınıyor ama onu zaten yapmıştık. Atlıyoruz kiralık arabamıza, elimizde harita başlıyoruz parkta dolanmaya. Burada hayvanlar 3er 5er değil sürü halindeler.

Buffalo surusu gorunce epey heyecanlandik.
Fil, buffalo , zebra, her cins geyik sürüsü arabamızın yanından belgesel tadında geçtiler. Manzaralar, renkler müthiş. Kendi safarini yapmanın da heyecanı bi başka oluyor. Elimizdeki haritada olası görme noktaları var. Aslanların evinde yani sazlığında mı desem baya bi dolandık, ama göremedik. 4 saat araba kullandı Fırat ve bi geçtiğimiz yerden bi daha geçmedik, o kadar büyük bi alanda park. Arabadan inmek yok, sadece belirlenen dinlenme alanı var orda iniyosun, elektrikli kapılardan geçip. Vahşi hayatın ortasında arabayla gezdik şaka maka.
Bu da cok lezzetli denen bir domuz cinsi

Zebra benim hayvanim.


Port Elizabeth'deki otele vardığımızda Fırat tam anlamıyla yorgunluktan bayılmıştı. Sanırım ilk defa kolunu bile kıpırdatamadan yattığı yerde kaldı. Ben 12 günlük bavulumuzu yaptım, Efe defterine kendi geliştirdiği 'Rille' dilinin sözlüğünü yazdı. Sanırım Afrikancadan etkiler var.
Sabah kahvaltımızı otelde yapıp, havaalanına doğru yola koyulduk. Afrikan havayoluyla Johannesburg, ordan THY ile 9 saat sonra İstanbul. Uçakta 'The Butler' filmini seyrettim. Siyah halkın direnişi arka planıyla, siyah bir adamın 8 Amerikan başkanına hizmet, kahyalık etmesini anlatmış.

Dönüşte öğreniyorum ki Güney Afrika'nın %80'i siyah. Ve içimde bol bol Afrika ile ilgili, Amerika'daki siyah hareketle ilgili  okumak,  fotoğraflara bakmak, belgesel seyretmek, film seyretmek isteği...Mesela Güney Afrika'lı fotoğrafçı David Goldblatt'ın fotoğrafları müthiş. Graff'da resimlerini gördüğüm Lionel Smit'in yüzlerini çok sevdim. Ya da vizyona girecek olan Selma adli filmi iple çekiyorum. 'Out of Africa'yı yeniden seyrettim. Youtube'dan Mandela'nın, Martin Luther King Jr.'ın  konuşmalarını dinledim.

Güney Afrika'dan, kültüründen, tarihinden, doğasından, insanından, hayvanından etkilenmemek mümkün değil. Ben hala Afrika'nın tesiri altındayım. Bazen su içerken gözlerimi kapatınca okyanusu görüyorum, ağaçlıklı bi yolda yürürken sarı kırmızı otlaklarda zebraları, aslanları düşünüyorum, oniks taşlı bilekliğime bakarken siyah gözlü güzel kadınları geliyor aklıma.

 Afrika günahınla sevabınla seni seviyorum. Senin için Mandela'nın çok güzel söylediği gibi sevgi diliyorum: "No one is born hating another person because of the colour of his skin, or his background, or his religion. People must learn to hate, and if they can learn to hate, they can be taught to love, for love comes more naturally to the human heart than its opposite."